Breaking News
Loading...
18 Temmuz 2014 Cuma

Cem Davran - Bir gün mutlaka iyilik kazanır Akşam Gazetesi

Cem Davran ‘Hayat Yokuşu’ adlı dizide Cemal karakterini oynuyor. Komşuluk ilişkilerinin aile gibi yaşandığı, iyiliğin kazandığı, ‘nerede o eski günler’ dedirten bir hikâyenin anlatıldığı dizi vesilesiyle Cem Davran’ı sette ziyaret ettik. Çocukluğunun geçtiği mahalle günlerini, komşuluk ilişkilerini, çocuklarını, babasını konuştuk.

SİBEL ATEŞ YENGİN
sibel.ates@aksam.com.tr
‘Hayat Yokuşu’nun hikâyesini dinleyelim mi?
Dost meclisinde, aile arasında “Çocukluğumuz ne güzeldi, hele o eski komşuluk ilişkileri ah ne muhteşemdi” diye eski günleri anarız ya işte o duyguları hatırlatan, o özleme dokunan bir hikâyesi var. Abartısız, sade gerçek hayattan bir mahalleyi anlatıyoruz. Çocukluğumda yaşadığım mahalle gibi bir sıcaklığı var ‘Hayat Yokuşu’nun. Hani komşuların birbiriyle aile gibi olduğu, birbirlerinin acılarına, mutluluklarına tanıklık ettiği aynı zamanda kötünün el birliğiyle mahallenin dışına itildiği, kötülüğe karşı iyiliğin bir şekilde kazandığı ve iyiliğe sahip çıkılan masum günlerimizi anlatıyor.
HAYAT YOKUŞU İYİ İNSANLARIN HİKAYESİNİ ANLATIYOR  
Cemal karakterini oynuyorsunuz, nasıl bir geçmişi var Cemal ve ailesinin?
Cemal ve Gülizar yetiştirme yurdunda büyümüş bir çift. Severek evlenmişler. Hayatın trajik yanı kapılarından ayrılmıyor. Şanssızlık bir şekilde gölge gibi peşlerinde dolaşıyor, işleri kötü gidiyor. Hayat boyu tökezliyorlar ama ‘Hayat Yokuşu’nun büyükleri onlara yardım ediyor. Mahallelinin de yardımıyla hayata tutunmaya çalışıyorlar ve tutunuyorlar da. Zaten iyi insanlar. ‘Hayat Yokuşu’ da iyi insanların hikâyesini anlatıyor. Kimsenin baştan sona iyi olabilme ihtimali zaten yok ama ne kadar iyi ne kadar sevgi dolu olursak yaşam o kadar kıymetli.
Tam tersini düşünürüm ama sizce iyiler hep kazanır mı? 
‘Melekler ve Kumarbazlar’ diye bir sinema filminde oynamıştım. Afişinde ‘Kazananlar sonsuza dek kazanmış olamazlar’ diye yazar. Ben de öyle düşünüyorum. İster hayatın bumerangı deyin, ister inanç ister sinerji deyin ama asıl olan bir şey var ki bir gün mutlaka iyiler ve iyilik kazanır ve de hep kazanacaktır da. Hayatımızın her anında iyiliğe tanıklık etmemiz mümkün değil. Bence tanrısal bir denge var naturada ve uzun vade de olsa iyiliğin kazanacağına tanıklık edenlerdenim.

HERKES HERKESİN İNANCINA SAYGI GÖSTERİRDİ
Siz nasıl bir mahallede büyüdünüz?
Hayatta bir sürü şeyi film gibi sinema tadında yaşayan bir toplumduk. Hayalperesttik ki zaten hayal kuramayan bir toplum can çekişiyor demektir. Bir hayali belki de binlerce hayali bir arada gören bir toplumduk. Ben de o mahallelerin birinde büyüdüm. Komşular aile gibiydi. En yakın akraban, kendi kardeşin senin acını, mutluluğunu bilmezken komşun bilirdi. Okuldan geldiğimde annem evde yoksa hangi komşuya gideceğimi şaşırırdım. Fikriye Teyze’ye gitsem Madam Katina ‘niye bana gelmedin?’ diye darılırdı. Madam Katina’ya gitsem bu sefer de Melahat Hanım bozulurdu. Bütün inançların ve duyguların bir arada barış ve sevgiyle yaşandığı günlerdi. Tiyatro sınavına giderken annemin köylüsü Çayelili Fikriye Teyze ellerini açmış dua ederken  Madam Leftali istavroz çıkarırdı. Herkes bildiğince yol verirdi. Ben böyle bir yerde büyüdüm. O günleri çok özlüyorum. İstanbul’un kadim mahallelerinin en önemli özelliği bir sürü inanca sahip insanın bir arada olmasıydı. Herkes herkesin inancına saygı gösterirdi hatta inancını rahat yaşayabilmesi için emek gösterilirdi.
Sabah kahvelerine gidilirdi, bir evde ne pişerse diğer komşulara da mutlaka ikram edilirdi…
Bizim mahallede İtalyan bir aile vardı. Çocuklarıyla arkadaşlık ederdik. Babaları İtalyan, anneleri Alman kökenliydi. Çocuklarıyla hâlâ görüşürüz. Mesela mahalleden birinin oğlu askere gidiyorsa evin babası İtalyanların geleneği neyse o da onu yapardı. Çocuklar babalarını kaybettiğinde tüm komşular onları hiç yalnız bırakmadı. Gisella balkona çıkıp “Annem çilekli pasta yaptı, gelin” diye ablamla beni davet ederdi. Annem de mesela kıymalı börek yaptığında biz de onları davet ederdik. Benim çocukluğum bu yüzden rüya gibi geçmiştir. Son derece mutlu bir çocuktum. Elbette önceliğim ailemdi ama aynı zamanda en büyük ailem de mahallemdi. Belki de mahallede yaşamış son mutlu çocuklardık. 
Mahallenin bakkalından alışverişimizi yapar ve hesaba yazdırırdık…
Evet, herkes herkesin halinden anlardı. Küçük bir evde otururduk. Akrabalar kalmaya gelirdi. Aşağımızda bakkal Selahattin amca vardı. İki üç ay ödeme birikirdi. Misafirler biraz uzun kalınca hesap daha da katlanırdı. O bakkal bu durumu bilirdi. Babam gider “Selahattin biraz geciktirdik ödemeyi” deyince “Olur mu sizin misafiriniz var” derdi. Mahallenizin esnafı ekstradan bir katkıda bulunması gerektiğini düşünürdü. Benim ayağım çok uğurludur. Şimdi de öyle, bir arkadaşımın dükkânına gideyim arkamdan müşteriler girer. Bakkal amca da anneme “Cem her gün dükkâna gelsin, onun ayağı uğurlu” dermiş. Okula gitmeden önce her sabah bakkala uğrardım, o da bana gofret verirdi. Bu kadar iç içe bu kadar duygusu, cümlesi bir insanlardık. Ama o doku o koku gitti. İlişkilerimiz çölleşti, arkadaşımın dediği gibi “Biz bizi yitirdik”, istikametimiz gitti. 
RUHUN KAPILARINI ÇOCUKLUK ANAHTARI AÇAR ANCAK
Hayatın zorluklarıyla ve sıkıntılarıyla baş etme konusunda Cemal karakteriyle siz ne kadar benzeşiyorsunuz? Kolay pes eder misiniz?
Karakterler oyuncuların içinden çıkar. Bazen o karakter tamamen sizsinizdir bazen de o karakter siz değildir. Hamlet’i ben oynayınca başka diğeri oynayınca başka bir Hamlet olur. Bazı karakter sana çok yakın olur ve kendinden daha fazla malzeme kullanırsın. Bazısında da bu benzerlik azdır. Cemal karakteri benden o kadar çok şey taşımıyor. Kişisel hikâyemle pek benzeşmiyor ama kalbine, yüreğine kefilim Cemal’in. Bir de oynadığım karakterle dostluk kurmam, o karakterlere âşık olmam. Bazı oyuncular oynadığı karaktere bayılır, ben mesafeli dururum. Karakterle laubali olmam. Bana biraz uzak, mesafeli olduğum iyi bir arkadaştır. Ben genelde çok kolay pes eden biri değilim. Cemal de öyle bir karakter. Onun hikâyesi trajik. Onun da çocukluğu mutlu geçmiş ama yetiştirme yurdunda büyümüş. Ben de mutlu bir çocuktum ama ailem yanımdaydı. Aslında bizi ifade eden çocukluğumuzdur. Çocukluktan sonra uzatmaları oynuyoruz bence. Yaşam anahtarımız çocukluğumuzda saklı. Ruhunun kapılarını ancak çocukluğunun anahtarıyla açabilirsin. 
Hayat boyu taşıdığımız travmalar o çok kutsal dediğimiz ailede ve çocukluğumuzdan itibaren  başlıyor aslında. Değil mi?
Aynen öyle. Düşe kalka büyümek var ya hem somut hem de soyut olarak gerçek hayatta da aynı. Düşüyorsun, dizini yaralıyorsun, ruhun da öyle. O yüzden çocuk yetiştirmek daha doğrusu toplumun çocuk yetiştirmesi çok zor. Kadın cinayetleri, namus cinayetleri bitmiyor. Kız çocukları tecavüze uğruyor, ceza onlara kesiliyor. Sevdiği birine kaçtı diye sokak ortasında vuruluyor. Kadın kocasından boşanmak istiyor, adam kendine yediremiyor ve karısını öldürüyor. Kız çocukları aman hayata karışmasın diye köşe bucak saklanıyor. O yüzden bu toplumda herkesin çocukluğu travmalı. Bilmem kaç kişiyi öldürmüş, gelmiş geçmiş en önemli azılı katillerden birinin çocukluk fotoğrafını gördüm. Babasının kucağında oturmuş, görseniz yersiniz. O kadar tatlı, anahtarlık gibi. Ama gelin görün ki kaç kişinin katili olmuş. Masumiyeti bir tek çocuklar hak ediyor bu dünyada. İşte ‘Hayat Yokuşu’ da izleyiciye “Biz böyle bir toplumduk” diyen bir hikâye anlatıyor. 
ÇOCUKLAR GEZİYOR BABA AYI ÇALIŞIYOR
Oğullarınız neler yapıyor?
Biri üniversitenin diğeri de lisenin üçüncü sınıfında. Biri bugün arkadaşıyla Bodrum’a gidiyor, diğer oğlum kız arkadaşıyla dolaşıyor. Baba ayı çalışıyor, anne ayı şu anda ya Kanyon’da ya İstinyepark’ta benim kazandıklarımı harcıyor (kahkahalar). O kadar. 
Oğullarınız “Biz de oyuncu olacağız” derse…
Büyük oğlum konservatuvarda klasik müzik okuyor, küçük de İtalyan Lisesi’nde. Küçük olan sinema üzerine eğitim almak istiyor. Bu konuda olumlu ya da olumsuz hiçbir şey söylemiyorum. Meslek adına büyük bir aşk yakalar ve o yolda yürümek isterse destek olurum. Büyük oğlum zaten seçimini yaptı, müzik alanında devam ediyor. Ben onlara sadece yarenlik ediyorum. Kendi yollarını kendileri bulacaklar. 
Son söz olarak ne söylemek istersiniz?
Herkese keyifli hayat yokuşları diliyorum. İnşallah o yokuşta sevgi, saygı, iyilik taşlarına basarlar ki ayakları kaymaz. Güzel günler dilerim…
BABAM MASALLARDAKİ BABALAR GİBİYDİ
Babanız da sizin gibi bir baba mıydı yoksa daha mı kurallıydı?
Babam benden daha az tahsilliydi ama benden daha iyi babaydı. Ben onun ayarında bir baba olmayı tutturabildiysem ne mutlu bana. Annem de babam da çok iyi insanlar, bu konuda şanslıyım. Annem hayatta ama babam vefat etti. Babam masallardaki gibi bir babaydı. Hulusi Kentmen gibiydi. Ailesine sahip çıkan, çocuklarını önemseyen, onlar için hep bir fazlasını yapmaya çalışan, çocukları doymadan, bir şeylere ulaşmadan kendi için yaşamdan     asla talepte bulunmayan bir babaydı. Annem de tarhana çorbasını yedi gün yedi ayrı yemek diye yediren bir kadındı. Güzel bir mutluluk oyunu kurulmuştu. Sıradan memur ailesinin çocuğuydum, vakıf evinde kirada otururduk. Maddi eksikliği hiç hissetmedik. Biz diğer anlamıyla zengin bir çocuktuk. Hayattan keyif alıyorduk. 
Babanızdan size ve sizden de oğullarına aktardığınız hayat dersi var mı?
Babam dilli bir adamdı, bir hikâyeciydi. Tim Burton’ın ‘Big Fish’ filmindeki baba gibiydi. Onu tanımayan biri yalan söylediğini zannedebilirdi. Doğru bir şey anlatırdı ama hikâye tadında anlatırdı. O yüzden belki de ben sanata yöneldim. Aforizma sayılabilecek hatta şimdi twitter’a yazılabilecek sözleri vardı. ‘Tekkeye odun taşımakla eşek derviş olmaz’ derdi. Burada gençlere de anlatıyorum. Babam yıllar önce bulduğu üç beş kuruş parayla taksi plakası almış. Araba kullanmayı da bilmiyor, şoföre vermiş. Şoför bir gün ortadan kaybolmuş, babam da epey kızmış adama. Bunun üzerine “Al arabanı ne yaparsan” deyip dağın başında bırakıp gitmiş babamı. Araba babama, babam arabaya bakmış kullanmayı bilmiyor ya. Allah rahmet eylesin babam hep kazıklanırdı. İyi niyetinden ama… Bana “Oğlum ileride bir iş kurarsan, lokanta bile açsan aşçı basıp gittiğinde önlüğü takıp o yemeği yapabilecek durumda ol” derdi. 
Annenizin ilginç sözleri ya da “Oğlum sen sen ol ama şunu yapma” gibi uyarıları var mıydı?
Annem Karadenizli. Değişik bir kadındır, Allah uzun ömürler versin. Hâlâ şarkılar, türküler söyler. Annem “Sen sen ol 45 dakikalık dizi çekme, daha uzun olsun” dedi (kahkahalar). Bir de annem “Primetime’a dikkat et, aman oğlum paranı peşin al problem olmasın, telif haklarına dikkat” derdi. Fikir ve sanat eserleri annem için önemlidir çünkü (kahkahalar)… 

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Toggle Footer